Skip links

Bosna Hatıraları

2012 Nisan ayıydı. Bosna’ya vardığımızda önce Saraybosna’da üç gün geçirdik.  Bu bir aile gezisiydi; rahmetli amcam Viyana’dan Bosna’ya bizi görmeye gelmiş ve tüm yol boyunca bize rehberlik yapıyordu. Şehir, tarih boyunca birçok acıyı taşımıştı; dar sokaklarda yürürken savaşın sessiz izleri hâlâ gözle görülüyordu. Kurşun delikleri, onarılmış binalar, hatırlatıcı plakalar… Her adım geçmişi fısıldıyordu. Onun rehberliği ve sohbeti, bugün vefatının üzerinden iki yıl geçse de hâlâ içimde canlı; ne yazık ki, onunla geçirdiğimiz bu anılar artık hatıra olarak kaldı.

Başçarşı’da dolaşırken, savaş döneminde 1990’lı yılların başlarında İstanbul’daki evimize sığınan ve savaş sona erince evlerine dönen Bosnalı akrabalarımızla buluştuk. Onların gözlerindeki hüzün, geçmişin ağırlığı ve aynı zamanda yaşamın direnci; her kelimede, her bakışta hissediliyordu. Bu buluşmalar, şehrin sessiz acılarıyla birleşince insanın ruhuna dokunan bir sessizlik oluşuyordu. Amcam yol boyunca geçmişe dair bilgi veriyor, gördüğümüz yerlerin tarihini ve insanların yaşadıklarını anlatıyordu. Böylece şehir sadece bir coğrafya değil, yaşayan bir tarih hâline geliyordu.

Saraybosna’da ziyaret ettiğimiz bir diğer önemli nokta ise Savaş Tüneli Müzesi’ydi. Sırplar tarafından kuşatma altındayken, havalimanı-Butmir bölgesi arasında 800 metrelik bir tünel halk ve askerlerin iş birliğiyle gizlice kazılmıştı. Ülkeye gıda, ilaç ve diğer yardımlar bu tünelden ulaştırılmıştı. Tünel, Bosna halkının direncinin ve dayanışmasının simgesiydi.

Benzer bir stratejik direniş örneği de 2. Dünya Savaşı’nda yaşanmıştı. Mareşal Tito’nun talimatıyla Almanya’dan gelen mühimmat yüklü trenin Neretva Nehri üzerindeki köprüsü patlatılmıştı. Tren, mühimmatlarıyla birlikte suya gömülmüş ve savaşın kaderi bu cesur plan sayesinde değişmişti. Tıpkı Savaş Tüneli gibi, bu köprü eylemi de halkın ve direnenlerin zekâsı, cesareti ve dayanışmasının sembolüydü. Saraybosna’nın her köşesinde, bu iki direnişin yankısını hâlâ hissedebiliyordunuz.

Saraybosna’dan yola çıkıp Mostar ve Blagaj’a doğru ilerlerken, yollar yeşilin en derin tonlarına bürünmüştü. Nehir, kayaların arasından kıvrılarak akıyor; bir yanımızda suyun ışıltısı, diğer yanımızda dağların sessizliği… Doğa, bize adeta hikâyelerini anlatıyordu.

Jablaniça kasabasında kısa bir mola verdik. Közde pişen etin kokusu, dağlardan esen meltemle karışıyor; zaman ağır ağır akıyordu. Yolculuk, sadece bir hareket değil, bir hazırlık gibiydi; önümüzdeki manevi buluşmaların habercisi.

Yola devam ettik belki 1,5 saat kadar bir süre ilerledik ve nihayet Blagaj Tekkesi karşımıza çıktı: kayanın dibine yaslanmış, suyun kalbinden doğmuş gibi bembeyaz bir yapı. Altında, mağaranın içinden çağlayan Buna Nehri akıyordu… Arabadan indiğimizde sessizlik çöktü üzerimize; konuşamaz, sadece suyun ritmiyle nefes alır olmuştuk. Rivayetlere göre Osmanlı döneminde burada dervişler geceleri toplanır, zikre dururmuş. Tekkenin huzuru, savaşın izlerini taşıyan topraklarda bile bir umut ve sükûnet sembolüydü

Blagaj’dan Mostar’a vardığımızda manzara adeta bir kartpostaldı. Mostar Köprüsü’nün altındaki su, Blagaj’daki berraklığıyla aynıydı; yeşil ve mavi tonları güneş ışığında parlıyor, yavaşça akıyordu. Ancak şehir bambaşkaydı: bir yanıyla canlı ve turistik, sokaklarda turistler yürüyüş yapıyor, kafelerde kahkahalar yükseliyordu; diğer yanıyla savaşın sessiz izlerini taşıyordu. Binalardaki kurşun delikleri ve patlama izleri, geçmişin acı dolu hatırlatıcısıydı. Her köşe bir hikâye anlatıyordu: bir köşede minaresiyle cami, diğerinde kulesiyle kilise… Aynı gökyüzü altında üç farklı dil, farklı inanç ve birbirine geçmiş hikâyeler: Boşnak, Sırp, Hırvat.

Mostar’da olmak, hem görsel bir şölen hem de ruhsal bir yolculuktu. Köprüden geçen suyun hafif uğultusu, geçmişin yankılarını fısıldıyor; taş köprünün taşlarında hâlâ savaşın sessiz izleri duruyordu. Blagaj’daki berrak suyla Mostar’daki köprünün büyüsü birleşiyor; Bosna’nın hem kırılmış hem de ayakta kalan ruhunu tüm çıplaklığıyla hissettiriyordu. Sokaklarda yürürken, geçmişin acısı ve hayatın umudu yan yana yürüyordu; tarih ve günümüz iç içe geçmiş, şehrin her taşında hafif bir melankoli ve direniş hissediliyordu.

O gün sadece bir yolculuk yapmadık; Saraybosna’nın dar sokaklarından Savaş Tüneli’nin direncine, Blagaj’ın berrak sularına ve Mostar’ın kartpostal gibi manzarasına kadar, savaşın izlerini, insan hikâyelerini ve doğanın sessizliğini bir arada yaşadık. Bu topraklardan, Yugoslavya zamanında babam ve atalarım da geçmişti; onların adımları, anıları ve mücadeleleri hâlâ görünür gibi, taşlarda ve sokaklarda yankılanıyordu. Amcamın rehberliği, Bosnalıların hatıraları ve doğanın nefesi hâlâ içimde akıyor — sessiz, usulca…

 

 

Leave a comment

This website uses cookies to improve your web experience.
Explore
Drag