Strindberg’in Evi, Stockholm’ün Kalbinde Bir Sessizlik
Stockholm’ün merkezinde, Drottninggatan 85 numarada yükselen Art Nouveau tarzındaki Blå Tornet binası, sadece mimari açıdan değil, edebiyat tarihindeki yeriyle de dikkat çekici. August Strindberg, bu evde 1908’den 1912’ye kadar yaşadı. Ve 14 Mayıs 1912’de, burada hayata veda etti. Bugün ise bu ev, Strindberg’in yaşamına ve eserlerine tanıklık eden bir müze.
Bir Yazarın Son Sığınağı
Strindberg Müzesi 1973’ten bu yana Blå Tornet’te ziyaretçilerini ağırlıyor. Mutfaksız, üç odalı daire; dönemin detaylarına sadık kalınarak, yazarın orijinal mobilyaları ve eşyalarıyla yeniden düzenlenmiş. Çalışma masasında özenle sıralanmış kalemler, yazarın hâlâ bir an dönüp yazı yazacakmış hissi yaratıyor. 1909 yılında burada yazdığı son oyunu Stora landsvägen, kendi yaşam yolculuğunu Drottninggatan’dan Norrtullsgatan’a uzanan bir metafora dönüştürür.
Strindberg’in bu evi seçme sebebi yalnızca merkezi konumu değildi; Art Nouveau stilinin o dönem Stockholm’deki modern yaşamın bir simgesi olması da etkiliydi. Evde telefon, merkezi ısıtma ve iç tuvalet bulunması, onu çağdaşlarının ötesine taşıyordu. Taşınırken yalnızca eski piyanosunu getirmişti; mobilyaların tamamını bu eve özgü olarak yeniden seçmişti.
Çok Yönlü Bir Zihin, Kalıcı Bir Miras
August Strindberg’in ardında bıraktığı iz sadece edebiyatla sınırlı değil. Yazar, aynı zamanda bir ressam, fotoğrafçı ve toplumsal tartışmaların merkezinde yer alan bir figürdü. Bu çok yönlülüğü, müzenin ana sergisinde açıkça görülüyor: romanlarından mektuplarına, tiyatro afişlerinden yağlı boya tablolarına kadar geniş bir yelpazede Strindberg’in üretim gücüne tanıklık ediliyor.
Yurtdışında daha çok oyun yazarı olarak tanınan Strindberg, evrensel meseleleri – erkek-kadın ilişkileri, sınıf çatışmaları, bireysel özgürlük – ustalıkla sahneye taşıdı. Bugün hâlâ dünya sahnelerinde oynanıyor olması, yazdıklarının zamanın ötesine geçtiğini kanıtlıyor.
Onu Strindberg Yapan Eser: Miss Julie
August Strindberg’i hem İsveç’te ölümsüz kılan hem de dünya çapında tanınmasını sağlayan başlıca eseri, 1888 tarihli Fröken Julie (Miss Julie) oldu. Doğalcılık akımının güçlü bir temsilcisi olan bu oyun, toplumsal sınıf ayrımları, cinsiyet rolleri ve güç ilişkileri gibi temaları cesurca işler. Strindberg’i sadece çağdaşlarından ayırmakla kalmadı; modern tiyatronun temellerini atan isimlerden biri hâline getirdi. İsveç’te adı edebiyat derslerinden müze duvarlarına kadar her yerde yaşarken, yurtdışında sahnelenen oyunları sayesinde hâlâ canlılığını koruyor.
Diğer önemli eserleri arasında Kırmızı Oda (Röda Rummet, 1879), Baba (Fadren, 1887), Bir Rüya Oyunu (Ett drömspel, 1902) ve Şam’a Doğru (Till Damaskus) üçlemesi sayılabilir. Her biri insan doğasının derinliklerine inen bu eserler, yalnızca dönemini değil, geleceği de etkileyen izler bırakmıştır.
Köklerinden Uzaklaşmayan Bir Anlatı
Strindberg’in edebi anlatıları kadar otobiyografik parçaları da oldukça güçlüdür. 1886’da yayımlanan The Maid’s Son (Hizmetçinin Oğlu) adlı romanında, çocukluğunu geçirdiği, o dönem kırsal olan Norrtullsgatan’daki cevher çiftliklerini anlatır. Klara Okulu’nda geçirdiği zamanlar ve Klara Kilisesi yakınındaki aile ikametgahı, onun Stockholm ile kurduğu derin kişisel bağı gösterir. Yazarlığının merkezine şehri ve kendi geçmişini koyar.
Bir Cenaze Alayı, Altmış Bin İnsan
Strindberg, 1849’da Riddarholmen’de doğdu. 1912’deki vefatının ardından, cenazesi Blå Tornet’ten çıkarılarak kuzeye, Norra Kyrkogården’e doğru yol aldı. Bu yolculuğa yaklaşık 60.000 kişi eşlik etti. Onu sadece bir yazar değil, bir çağın sesi olarak gören binlerce insan…
Yakın Çevrede Edebiyat ve Heykel
Blå Tornet’in hemen yakınında, Tegnérlunden parkında, Strindberg’in arkadaşı olan heykeltıraş Carl Eldh tarafından yapılmış “Titan” heykeli bulunur. Bu etkileyici bronz heykel, yazarın güçlü karakterini adeta betimler. Birkaç adım ötedeki Berns Salonu ise, 1879 tarihli çığır açan romanı Röda Rummet’e adını vermiş mekândır.
Neden Hâlâ Hatırlanmalı?
Strindberg’in adı bugün hâlâ dünya sahnelerinde anılıyorsa, bunun sebebi yalnızca büyük bir edebi miras bırakmış olması değil; aynı zamanda insan doğasını ve toplumun çelişkilerini, döneminin çok ötesinde bir sezgiyle kavramış olmasıdır. Eserleri, hâlâ güncel kalan sorular sorar: Kadın ve erkek neden çatışır? Toplumda birey nasıl yalnızlaşır? Sınıflar neden ayrıdır?
Çünkü Strindberg, yalnızca yazmadı — düşündü, tartıştı, yarattı. Ve tüm bunları bizlere anlatmaya devam ediyor.



